Posts

Almanya okul izlenimleri (erken dönem)

Image
Almanya’da birinci sınıf velisi olmak vs. Türkiye’de birinci sınıf velisi olmak Almanya’ya çok hızlı bir giriş yaptık. 30 haftalık hamile olarak başlayan serüven, büyük oğlumun burada okula başlamasından sadece üç gün sonra küçük oğlumun dünyaya gelmesiyle adrenalinini arttırarak devam etti. Geçen yıl Türkiye’de birinci sınıf velisi idim, oyunda level atladım, geldim bir de burada, bilmediğim bir lisanla, Almanya’da birinci sınıf velisi oldum. İki ülkede, iki kez birinci sınıf velisi olmak, her iki ülkeye aynı lensle iki kez bakabilmek demek. Biraz bundan bahsedeceğim. Ara ara biraz esprili bir dille yazacağım. Amacım şura iyi bura kötü falan demek değil. Yalnızca gözüme batan farkların altını çizmek. Zaten Almanya'da henüz bir şeyi tamamen değerlendirecek kadar uzun zamandır yaşamıyoruz. İşte izlenimler... Tespit 1:Nerde çokluk orda bokluk! Çocuklarımıza tasarrufu nasıl öğretemediğimizin hikayesi. Geçtiğimiz yıl Türkiye'de devlet okulundan hallice bir koleje kayıt yap

Schuluntersuchung

Image
Burada hem birinci sınıfa başlıyorum. Hem doğuruyorum. Tüm sistemlere tek entegrasyon. Farklı bir ülkede olmak, tüm bunlara alışmak zor. Özellikle çocuklar ile ilgili her şeyi sürekli olarak düşünüp tartıyor, değerlendiriyor kafam. Dün güzel bir deneyim yaşadık. Not etmek istedim.  Biz dün oğlumla Schuluntersuchung yani Gesundheitsamt'da yapılan okul öncesi resmi sağlık kontrolüne gittik. Sbahn'ın gecikmesi sonucu geç kaldık epey. "Sie sind so spät" diye kültürel fırçamızı yedik, durumu açıkladık. Sonrası... Gayet güler yüzlü bir tutum içinde tam iki saat süren bir kontrol sürecinden geçti oğlum. Doktordan once bir uzman değerlendirdi. Duyma testi, görme testi, basit neden sonuç ilişkileri gibi değerlendirmeler yaptı. Dil bilmediğim için benimle hep İngilizce konuştular. Oğluma da İngilizce-Almanca yönergeler ile yaklaştılar. Yeri geldikçe çeviri yaptım. Sonra doktor bizim oğlanı, bilişsel açıdan, psikomotor beceriler açısından, bedensel açıdan inceleyen uzunca

Klinikum

Image
Dün doğum yapmayı planladığım hastanenin bilgilendirme gününe gittik. Enformasyon masasında etkinliğin yeri hakkında bilgi almaya çalışırken, bir aile daha geldi. Onlar almanca bildiklerinden birlikte ilerledik. Adam kapı ağzında sordu. "Siz de mi Türksünüz?" Valla öyleyiz herhal. Salona vardığımızda sunum başlamıştı. Bir geç kalan biz iki Türk aile vardık. Sunum tamamen almanca gerçekleşti. Üstelik yansıtıcı da çalışmıyordu. Önden ikinci sıraya oturdum. Anlatan ebenin her sözcüğünü yakalama gayretiyle sanırım anlatılanların ancak yüzde 25/30 unu anladım. Ve tabi kapıdan çıkar çıkmaz aklımdaki soruları cevaplamak için bizim Türk ailenin yanına koştum. Şu konuda şunu mu dedi? Bu konuda bunu mu dedi? Öğrendim rahatladım.  Hastaneyi de gezdik. Doğum odası, kalınan diğer odalar, emzirme odası vs. Ve fakat ben bu bana Türkçe açıklama yapan arkadaşı bir yerden tanıyorum. Sordum. Aynı dönem ODTÜ'de okumuşuz. Hazırlıktaki tanıdık simalardan biri. Kantinde satılan aynı dandik

Mehter marşı

Image
Artık pencereyi açınca tüylerimi ürperten, serince bir hava geliyor içeri. Avrupa’nın sıcaklardan kavrulduğu, İsveç’te otların sarardığı, inekler susuz kalmasın diye meralara helikopterle su taşındığı bir yazı Münih’te, karnı burnunda iken yaşamak da kısmetmiş. Sahi kim söylemişti o meşhur sözü? “Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir.” Tam karşımızdaki binadaki komşu, bazı akşamlar oturup piyanosunun başına güzel melodiler çalıyor. Bizim Fransız lokantasından gelen seslerin ve oğlanın şişme yatağının izin verdiği kadarıyla dinliyorum piyanoyu. Münih’te bir ayı devirmişken, aklım bir geri bir ileri gidip geliyor aslında. Hep bir kıyaslama, değerlendirme hali… Önceden böyleydi, şimdi böyle. Türkiye’de şu şöyle oluyordu, burda ise böyle. Bu düşünme tarzı mehter marşı gibi geliyor bana. Yani gördüğün yeni bir şey karşısında en az iki kere onun önceden bildiğin bir muadilini düşünüyorsun. Bir ileri, iki geri… Özetle zihnimin içinde mehter marşı çalarken, pür dikkat piyano

Kaktüsler ve dikenler

Image
Büyük bir yanlışın içinden cımbızla ayıklamak. Yaptığımız bu evet! Büyük bir yanlışın içinden cımbızla ayıklıyoruz. Kıl-tüy meseleler. Tek tek çözmeye çalışmak pek de akıllıca değil. Kocaman bir kaktüsün üzerinden bir tane iğneyi azaltsan ne olur, azaltmasan ne olur. Batmaya devam edecek…  Türkiye’de iken özellikle son dönemde sağlıklı yaşam ile ilgili hesapları, blogları takip ediyordum. Zaten böyle bir trend var. Bir gluten çılgınlığıdır gidiyor örneğin. Glutensiz beslenelim, ekmek yemeyelim vs vs. Etin bu kadar pahalı olduğu bir ülkede bu ile nasıl olacak?. Bademin, cevizin ithal olduğu bir ülkede un yemesin de ne yesin bu halk? Neyse, konuyu dağıtmayayım, burada Almanlar deliler gibi un tüketiyorlar. Sabahları kahve- kruvasan, öğlenleri ekmek arası birşeyler, akşamları ise Brotzeit yani ekmek üzeri birşeyler. Etraf elli, altmış, yetmiş yaşında bisiklete binen insanlarla dolu. Çoğu yaşlı epey formda, evet bacak damarları “buradayım!” diyor, tenleri buruşuk, evet yaşlılık em

Emek

Image
Bu aralar kulağımı tırmalayan bir söz kalıbı "emeğine sağlık". Yahu emeğe sağlık olmaz. Olsa olsa "eline sağlık" olur. "Emeklerin için teşekkür ederim" olur. Ama en önemlisi "emeğe saygı" olsa ne güzel olur.  Bak şimdi, üç vakte kadar yapraklar dökülecek. Dalların arasında kurulu kuş yuvaları öyle tentesiz kalıverecek. O yuvalar ki, her bir dalı oraya taşıyan kuşun, o dalları büyüten ağacın emeği.  Ne bileyim, yürüdüğün asfalta bak. Senelerdir üst üste dökülmüş. Yağmurda sökülmüş, karda çatlamış, güneşte erimiş asfalt; yol işçisinin, kamyoncunun, taş ocağı işçisinin emeği.  Masada burun kıvırdığın yemek mesela... O sebzeyi yetiştiren çiftçinin, o hayvanı besleyen, büyüten hayvancının emeği. Pişiren, annenin babanın, nenenin, dedenin, arkadaşının, sevdiğinin emeği.  İnsan dediğin safi emek. Safi... Baktığından, duyduğuna, gördüğüne, elini değdiği, yediği, içtiği ne varsa... Baştan aşağı arı, duru, saf bir emek.  Böyle bakıyoru

Çok geç kalmış bir gitme öyküsü…

Image
Ankara’da kırkikindileri sele çeviren günlerin içinden geçiyoruz. Şehirleri içinden çıkılmaz bir hale çevirenler olarak, ağır aksak, yavaş yavaş ve ıslak slak geçmeye çalışıyoruz işte. Günlerdir yağan doluya, olan sele inat, şen şakrak halim bugün yerle bir oldu. Dolunun döktüğü meyveler gibi yaralandım, yanağımdan aşağı yaşlar aktı. Bazı günler sıkıcı ve ıslaktı ve uyum sağlamak gerekiyordu işte. İşte tam da böyle bir günde... Yazmanın tam zamanıydı. Erteledikçe ertelediğim, sanki bekledikçe mayalanacak, olgunlaşacak diye umduğum öyküyü yazmanın tam sırası. Gaziosmanpaşa’da bir kafe’de yalnız başıma otururken; şehir önümden, kuryeleri, mavi otobüsleri, sarı taksileri, hurdaları ve son modelleri ile akıp giderken... Bulutlar griye belenmişken, şehri bir kez daha sel almasına çeyrek, oğlumun piyano konserinin başlamasına bir varken. Bu çok geç kalmış bir gitme öyküsü. Ben bu şehirden gitmeyi hep istedim. Ortaokul yıllarımda çok iyi hatırlıyorum, bir İstanbul’dur tutturmuştum. Her